Merkez bankacılığını ve bir kurum olarak merkez bankasının önemini anlamadığımızı düşünüyorum. Esasen tarihsel perspektifte de anlamadığımızı gösteren Osmanlı Bankası örneği ele alınarak tartışmaya başlanabilir. Görünüşte emisyon bankası rolünün verildiği, ancak hiçbir zaman bir merkez bankası kimliğine kavuşamamış bir kurumdur bu banka. Cumhuriyet’in ilanından sonra bir merkez bankasının kurulması başarı olarak addedilse dahi, bazı istisnai dönemler haricinde ve 2000’li yıllara kadar kamu finansmanı aracı olarak kullanılan bir kurum olduğu da unutulmamalıdır. Dolayısıyla, günümüzde Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB)’nın her yönüyle ele alınışında da geçmişten gelen bu iktisat dışı bakış açısının rol oynadığını söylemek mümkün. Bu görüşü desteklemek üzere şu argümanlar ileri sürülebilir:
1- TCMB’NIN AMACI TARTIŞILDI
Bilindiği üzere iktisat literatürü merkez bankacılığının yadsınamaz amacı olarak fiyat istikrarını öne çıkartıyor. Bazı ülkeler farklı makroekonomik amaçları hedeflerken dahi fiyat istikrarından vazgeçmeyi akıllarından geçirmiyorlar. Aslında bu durum ulusal paranın iç değerini belirleyen kurum olarak merkez bankasının kendi ürettiği ulusal paraya sahip çıkmasıdır. Zaten onun sahip çıkmadığı bir durumda neler olacağını bilmemek mümkün müdür? Türkiye’de ise TCMB’nın enflasyon takıntısı olduğu yönünde çok sayıda eleştiriye rastlanılabiliyor. Oysa takıntılı addedilen TCMB, bir türlü orta vadeli enflasyon hedefine ulaşamıyor.
2- TCMB’NİN ARAçLARI TARTIŞILDI
Merkez bankaları amaçlarına ulaşabilmek doğrultusunda başta açık piyasa işlemleri olmak üzere zorunlu karşılık politikası veya likidite politikası gibi çeşitli araçlar kullanıyorlar. Bunların arasında belki de en dikkat çeken araçlardan biri faiz politikası iken, ülkemizde faiz politikasını aşağıya doğru elastik, yukarıya doğru inelastik bir biçimde uygulamak gerektiğine dair bir anlayış yaygınlaştı. Hatta merkez bankası bağımsızlığı kavramının sadece araç bağımsızlığı olarak anlaşılması gerektiği yönünde bir görüş de sıkça dile getirildi. Kanımca dünyada da faiz politikasına yönelik bu tarz bir yaklaşıma sempati duyanların sayısı az değildir. Ancak, TCMB’nın merkez bankacılığının gerektirdiği anda bu yaklaşımdan uzaklaşabilmesi gerekirdi; söz konusu araç iş işten geçmeye başlarken uygulanacak son çare konumuna itildi.
3- TCMB POLİTİKALARI çARPITILDI
Merkez bankaları aldıkları kararlarla önemli sonuçlar yaratırken makroekonomik hedefleri dikkate alırlar. Bu doğrultuda sempati yaratmaları ve tabii idealize edilmeleri beklenmemelidir. Ancak, ülkemizde uygulamaya konulan farklı politikalar yeterince eleştirilmedi ve abartılı bir başarı profili çizilmeye başlandı. örneğin rezerv opsiyon mekanizması başlangıçta iddia edildiği gibi yurtdışına sermaye çıkışları yaşanırken bir esneklik sergilemedi. Makro ihtiyati tedbirler olarak anılan kararların ulusal paranın iç ve dış değeri üzerinde nasıl etkiler yarattığı dahi sorgulanmadı. Gelinen noktada TCMB vaktiyle çok eleştirilen konvansiyonel para politikası araçlarına mahkum bir duruma sürükleniyor.
4- TCMB’NİN İŞLEVLERİ TARTIŞILIYOR
Yukarıda sayılan olgulara ilave olarak merkez bankasının işlevinin ne olması gerektiğine dair tartışmalar da su yüzüne çıkmaya başladı. Bugün Türkiye’de, 2000 yılında bankaların bankası olmayı başaramamış TCMB’nin döviz kurlarının artışı karşısında reel sektörün kurtarıcısı olması talep edilebiliyor. çok da şaşırtıcı değil aslında. Immanuel Wallerstein’ın Tarihsel Kapitalizm isimli kitabında “karın bireyselleştirilmesi, rizikonun toplumsallaştırılması ilkesini” ele alışına dair bir örnekle karşı karşıyayız. Reel sektörün sorunlarının tartışılması gereklidir tabii ki, ancak konuya TCMB’nın dahi edilmesi ülkemizde merkez bankacılığının gerçekten anlaşılmadığını gözler önüne seriyor.
Bu manzarayı detaylandıracak başka örnekler de bulmak mümkün. Ancak sanırım bu temel noktalarda yaşadığımız açmazları aşmamız öncelikli olmalıdır. Bu zorlu sürece TCMB’nin ulusal paramızın iç değerini istikrara kavuşturan bir merkez bankası olmasını talep ederek başlamalıyız.
Not:
Michel Foucault Kelimeler ve Şeyler kitabının son paragrafında şu satırları kaleme almıştı:
“Eğer bu düzenlemeler, tıpkı ortaya çıktıkları gibi kaybolsalardı, olabilirliğini en fazlasından önceden hissedebileceğimiz, ama şu an için ne biçimini ne vaadini bildiğimiz herhangi bir olayla, tıpkı XVII. yüzyılın dönemecinde klasik düşünceye yaptıkları gibi, düşüncenin zeminini sarsalasalardı; bu durumda insanın, tıpkı denizin sınırında bir kum görüntüsü gibi kaybolacağından söz edilebilirdi.”
Bu satırların belki de en çarpıcı boyutu, insanın denizin sınırındaki veya kıyıdaki bir kum görüntüsü olarak tasvir edilmesidir. Ve bilinemeyen bir olayın bu görüntüyü kolaylıkla silebileceği; örneğin bir dalganın kıyıya vurmasıyla bu görüntünün yok olabileceği vurgusu da dikkat çekicidir. Günümüzde o bilinemeyen olayın gerçekleştiğini ve insan olarak adlandırdığımız o kum görüntüsünün gerçekten de ortadan kalktığını iddia etmek mümkün görülüyor.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
İsim *
Email *
Bir dahaki sefere yorum yaptığımda kullanılmak üzere adımı, e-posta adresimi ve web site adresimi bu tarayıcıya kaydet.
Δ
Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.