Türkiye; yeni üniversite paradigması ve yükselen akademik kapitalizmle dünya genelinde 300 milyar dolara ulaşan global yükseköğretim pazarından ne yazık ki yeterince pay alamıyor.
Yabancı öğrenci ve akademisyen karnemiz zayıf. Daha da kötüsü, bırakın dışarıdan öğrenci getirmeyi, yurtdışında okuyan öğrencilerimiz nedeniyle ekonomik anlamda ciddi bir milli servet kaybı yaşıyoruz. Yeni model; bilim insanlarının sırça köşklerinden uzaklaşmasını, sahaya inerek tüm iş kollarına, yeni gelişen ekonomik sektörlere kucak açmasını ve firmaların ihtiyacı olan rekabet avantajının bilimsel altyapısını kurmasını gerektiriyor.
üNİVERSİTELERİN MİSYONU DEĞİŞİYOR Globalizasyon ekonomik büyüme, uluslar arası rekabet, uluslararası ticaret, bilgi çağı, bilgi ekonomisi, bilgiye dayalı toplum yapılanması, gelişen teknoloji, dijital devrim, enformasyon ve iletişim alanındaki ilerlemeler bilimi, dolayısıyla üniversiteleri; tüm bu değişimin, ekonomik ve toplumsal dönüşümün, kültürel entegrasyonun, yeni bir üretim ve tüketim yaşam biçimine doğru topyekün transformasyonun merkezine taşıyor. Küreselleşen dünya ile birlikte ‘inovasyon’, ‘buluşcu düşünce’, ‘rekabet avantajı’ üzerine yoğunlaşmış yeni kavramlar, bilimsel araştırma ve teknoloji gelişimine endeksli ekonomik büyüme ve yeni bir kapital birikim modeline doğrudan katkı sağlayacak özellikle küresel vizyon ve bilimsel üretkenliğe sahip araştırmacı üniversitelerin ön plana çıkmasını sağlıyor.
üniversitelerin geleneksel olarak yüklendikleri yüksek öğretimde öğrenci yetiştirme, diploma üretme, araştırma yapma, devlet kaynakları ile finansını sağlama, kamu yararı ortaya koyma, toplumu bilgilendirme ve aydınlatma misyonu bu yeni dönemde şekil değiştirerek, daha yenilikçi ve daha piyasa mantığının içinde olduğu bir gelişmenin habercisi oluyor. Esas itibariyle, küreselleşme ve beraberinde getirdiği ekonomik ve sosyal dönüşüm ile teknolojinin hızla aldığı mesafe bilim ve teknolojinin bu yeni süreçte oynayacağı rolü yeniden tanımlamış ve buna bağlı olarak ta üniversiteleri köklü ve radikal biçimde değişime zorlamıştır.
Bu değişimin başka bir sonucu da tarihsel performansı ve geleneksel açıdan üstlendiği görev ve sorumluluklar boyutuyla daha önce, daha çok kapitalist ekonomik sistem ve politikaları ile sanayi toplumunun ihtiyaçlarına yönelik çalışma yapan üniversite toplumsal gelişim ve ekonomik modellerin sonuçlarıyla ilgilenirken, yeni üniversite modeli bizzat yatırım ve istihdam için gerekli olan nitelikli emek, sermaye organizasyonu, uluslar arası araştırma fonları, dış kaynaklar, buluş, marka üretimi, sistem mühendisliği, alternatif enerji çalışmaları, savunma sanayi, haberleşme, tıp, nano teknoloji, genetik alanları ile çok çeşitli ve çok disiplini akademik alanlara yönelmesi, yönetim bilimi, üniversite-firma işbirliği, proje yönetimi, teknopark, bilim parkı, dijital laboratuarlar, teknoloji ve ürün geliştirmeye öncelik veriyor. Böylece, küresel perspektifi, bir ürüne ya da hizmete dönüşen bilim ve teknolojiye hakimiyeti, müteşebbis ve yaratıcılık yönü ile çağdaş üniversiteler; yeni kapital birikim modeli olan teknoloji bazlı ekonomik büyümeye eğilerek ekonomik büyüme ve gelişim modelinin bizzat sürükleyicisi ve çözüm ortağı olma görevini üstleniyor. üNİVERSİTELER EKONOMİYE LOKOMOTİF OLUYOR üniversitelerin toplum içindeki fonksiyonu, kamusal alandaki görevleri ve yüksek öğretimdeki rolü irdelenirken, genelde ihmal edilen hatta bazen hiç hatırlanmak istenmeyen en önemli işlevlerinden birisi de üniversitelerin kurulduğu bölge ve faaliyette bulunduğu yerleşkede en önemli büyük işverenlerden birisi olması gerçeğidir. Dolayısıyla gerek işveren şapkası ile, gerek büyük tüketici olarak kurulduğu ve genişlediği kentlerde bölge esnafı ve iş çevrelerine yaptığı doğrudan katkıyla, gerekse üretim faktörlerinden emeğin (özellikle nitelikli insan gücünün) yetiştirilmesi, know-how üretimi ve bilimsel çalışmaların teknolojik sonuçları ile ülke ekonomilerine ve insanlığa büyük katkılarda bulunuyor.
Tarih boyunca geleneksel olarak üniversiteler ekonomik ve sosyal misyon üstlendiğine göre 2000’li yıllara gelindiğinde bu fark nasıl oluştu? Bu kurumlara neden daha fazla önem atfedilmeye başlandı? Neden ekonomik gelişme ve büyümenin lokomotif gücü olarak tanımlamakta ve nihayet ‘akademik kapitalism’ kavramına nasıl ulaşmakta ve içselleştirmekte? 1. Global ekonomideki değişim başta gelişmiş ülkeler olmak üzere tüm ekonomik süreçleri sofistike bilgi (knowledge) üretimine ve kullanıma bağımlı hale getirdi. 2. Küresel rekabette ayakta kalmak, rekabet avantajı yakalamak için bilimsel çalışmalar ve ileri teknolojilerin mutlak suretle inovasyona odaklanması gerekiyor. Bunu yapacak en önemli ve öncü kuvvetin üniversiteler olduğu kabul ediliyor. 3. İleri ülkelerde teknoloji tabanlı ekonomik kalkınma modellerine geçildiğinden dolayı Devletin araştırma ve geliştirme için ayırdığı kamu kaynaklarının özellikle küçük ve orta boy (SMSC) işletmelerle işbirliği yapan, şirketlerin ve organize sanayi alanlarının bilimsel altyapısına destek sağlayan üniversitelere kanalize edilmesi üniversitelerin kredibilitesi ve endüstri ile ortak çalışma imkanı bakımından önem arz ediyor. 4. Bilimin gösterdiği inanılmaz performans ile yeni gelişen akademik alanlarda örneğin ileri teknoloji inovasyonlarında (high-tech innovations, biotechnology ve molecular biology, nanotechnology, photonics, informatics) sağlanan devrim niteliğindeki başarılı çalışmalar birçok küresel kriterlerdeki üniversiteleri ve bunları örnek alanları yeni bilimsel çalışmalara doğru teşvik ediyor. üniversiteye kaynak yaratma, uluslar arası fon ve proje getirme, akademik yayın sayısında artış yapma, üniversitenin ticari ilişkileri, yeni küçük yatırımcı ve girişimci yetiştirmede başka bir ifade ile yeni ekonomik sektör ve iş alanları oluşturma ve piyasaya yönelik daha fazla ekonomik katma değer yaratmada son yıllardaki bilimsel keşif ve çalışmaların çok önemli rolü oluyor. 5. Başta en iyiler olmak üzere üniversitelerin bir çoğunda ‘gelenekçi, kitabi, teorik, bilgi aktarıcı, bilim dalı-ana bilim dalı sınırlarına hapis olmuş dar alanda kısa paslaşmalar yapan öğretim elemanları ve sonuçları itibariyle bir ürüne, çıktıya ya da ekonomik ve sosyal faydaya dönüşmeyen verimsiz-rutin makale- yayınlarla dış dünyaya kapalı seçkinci elitin kendi içinde evcilik oynaması ve tüm bunları yaparken kamu finansmanından dolayı kamu lüksüne sahip akademik düşünce ve çevrelerin ‘akademik rekabet’ ve üniversite ve fakültelerinde yaygınlaşmaya başlayan ‘ girişimci kültür’ karşısında sarsılmalarına, muhalif olmalarına ve direnç göstermelerine rağmen müteşebbis küresel üniversite modelinin doğmasına engel olunamıyor. 6. 1980 öncesi genelde lisans öğretim (undergraduate teaching), araştırma ve yayın faaliyetlerine konsantre olan üniversiteler, 1990 sonrası yüksek öğretimdeki küreselleşmenin de etkisi ile kitlesel lisans ve ön lisans eğitimi, yüksek lisans, doktora, diploma, sertifika ve MBA gibi yönetici programları ile daha ticari ve öğrenci gelirlerine dayalı bir büyüme ve gelişme perspektifini benimsediler. Bu bağlamda, yurt dışından öğrenci getirilmesi, uluslar arası bağlantılar, yurtdışında kampus açma, yerel üniversitelerle müşterek program, ortak diploma ve çift diploma verme gibi küresel ortaklıklarla mesafe alma ve etkinliklerini global bazda artırmayı hedeflediler. 7. Yenilikçi vizyonu uygulayan üniversiteler salt kaliteli eğitime, sistemsel ve mekaniksel uzun süre okutulan kitap ve birkaç temel çalışmaya dayalı sınıf içi aktivite ve öğrenme sürecine dayalı metodolojiden daha pro-aktif araştırmaya, pratiğe ve enformasyon teknolojileri yoğun bir eğitim- öğretim sürecine geçerek üniversiteleri cazibe merkezi ve mesleki formasyon kazanacakları eğitim kurumu haline dönüştürmek suretiyle yüksek öğretime katılacak yaş grubunu 17-24 yaş kategorisinin çok ötesine taşımış ve hayat boyu öğrenme felsefesi ile tanışmalarını sağladılar. 8. Yüksek öğretimin dikey ve yatay olarak yaygınlaşması ve gelişmesi bununla sınırlı kalmamış aynı zamanda küresel boyutta öğrenci değişim programları, study abroad uygulamaları, kredi transferleri, AB de olduğu gibi ortak yüksek öğretim alanlarının belirlenmesi çalışmaları (Bologna Süreci), öğretim üyesi değişimi, 2+2, 1+1 uygulamaları, akademik geziler ve uluslar arası bilimsel aktivitelerle daha da ileri bir seviyeye çıkarak tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar bilim ve bilimin aktörleri birbirine entegre olarak ilişkilerini yılda bir kez yapılan uluslar arası konferansların ötesine taşıyabildiler. 9. Hiç kuşkusuz ki, yüksek öğretimde gözlemlenen küreselleşmeyi ateşleyen ve hızını her geçen gün daha da artıran gelişme enformasyon teknolojileri ve iletişimde yaşanan baş döndürücü ilerlemedir. Gerek eğitim-öğretim ve ar-ge çalışmalarının teknoloji tabanlı gelişmesi gerek uzaktan eğitim programlarının, görsel konferansların, evde ve işbaşı eğitimlerinin verilebilmesi, esnek modüler eğitim formlarının çeşitlenmesi yüksek teknolojinin üniversitelere sağladığı imkanlardan bazıları olarak karşımıza çıkıyor. 10. Nihayet İngilizce‘nin sadece bir yabancı dil olarak değil, küresel üniversiteler liginde oynamak isteyen ulusal üniversiteler açısından bir global iletişim, bilim ve teknoloji dili olarak akademik program ve çalışmalara damgasını vurması ve ön plana çıkması yeni yüksek öğretim paradigması açısından sürpriz olmayan diğer önemli bir gelişmedir.
Yukarıda maddeler halinde özetlemeye çalıştığımız gelişmeler; özü itibariyle üniversiteleri yeni bir gündem üzerinde mesafe almaya teşvik ediyor ve ‘akademik kapitalism’e götürüyor. Başka bir ifade ile oturdukları sırça köşklerinden (the ivory tower aloofness) ve seçkinci tavırlarından uzaklaşıp, sahaya inerek tüm iş kollarını, yeni gelişen ekonomik sektörler ve teknoloji tabanlı şirketler ile servis organizasyonlarını teknoloji, inovasyon, marka, bilgi ve teknik destek, dijital laboratuvar imkanlarını verecek biçimde kucaklaması ve firmaların ihtiyacı olan rekabet avantajının bilimsel altyapısının kurulmasında öncü rol oynamaları bekleniyor. Bu bağlamda akademik çalışmaların, bilimsel araştırma ve geliştirme alt yapısının da iyileştirilmesi ve hatta köklü bir değişime tâbi tutulması gerekiyor.
Bilim bazlı teknolojilerin (The science-based technology), çok disiplinli (interdisciplinary) akademik çalışmaların, en ileri bilimsel (Cutting-edge science) ve çok amaçlı enstitülerin (multi purpose institutions) veya araştırma merkezlerinin yeni üniversite yaklaşımında ön plana çıktığı gözlemleniyor. Diğer taraftan içinde bulunduğu çağa, zamanın ekonomik ruhuna ve bilgiye dayalı toplumsal gelişim sürecine en uygun üniversitelerin en önemli misyonunun ‘Teknoloji Transferi’ olduğu kabul ediliyor. üniversitelerin ticari aktiviteleri, araştırma-bilim parkları (research/sicence parks), teknoparklar, ekonominin gelişmesi, kalkınma ve büyümesi ile ilişkilendirilerek, konu ile ilgili doğrudan sorumluluk alması 2000’li yıllar ve sonrasında üniversitelerin ve ona bağlı geleneksel akademik departmanların rekabet ve ekonomik katma değer üretme baskısını yoğun bicimde yaşayarak yeni akademik dönüşüme veya ‘akademik ekonomiye’ hızla adapte olacağını gösteriyor.
BİLİM 4 TEMEL PRENSİP üZERİNE YüKSELİYOR Sosyal sistem olarak bilim; klasik anlamda dört temel prensip üzerinde duruyor. A) Evrenselizm (Universalism) B) Yayın yoluyla bilimi, sonuçlarını kamu oyu ile paylaşmak, kolektif bilinç oluşturmak (Communalism) C) Tarafsız olmak (disinterestedness/neutrality/fairmindness/detachment) D) Bilim ya da bilim adamı her şeyi sorgulamalı, bilinmeyenin sınırında gezmeli, organize şüphe içinde olmalı (Organized Skepticism). Bu klasik yaklaşımın bilimin temel ilkeleri boyutuyla günümüzde de devam ettiğini ve insanlık var olduğu sürece devam edeceğini, aynı zamanda sosyal sistem olarak bilim ve bilim etiği olarak son derece önemli olduğunun kabul edilmesi ile birlikte globalizm ve yeni ekonomik düzen gerçeği karşısında bilimin fundamental normları arasına Bilim-Teknoloji-ürün-Ekonomik gelişme ilişkisinin eklendiğini (Sicence/Technology based economik development) görüyoruz. Bilgiye dayalı küresel ekonomik ve toplumsal gelişim modelinde uluslar arası rekabetin bilgiye dayalı stratejiler, akademik keşifler, inovasyon ve entelektüel sermayenin belirleyici özelliği ve becerisi vasıtası ile yapılması üniversitelerin daha fazla ekonomik ve sosyal sorumlulukla yüzleşmelerine neden oluyor.
TüRKİYE’DEKİ, YüKSEK öĞRETİM VE VAKIF üNİVERSİTELERİ YETERSİZ Türkiye’de Vakıf Yükseköğretim Kurumları’nın kuruluş esasları ve şartları ilk kez 1982 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 130. Maddesinde yer aldı. Buna göre; devletin gözetim ve denetimine tabi olmak kaydıyla, idari ve mali hükümler dışındaki bütün yönetsel ve akademik özellikleri devlet üniversiteleri için belirlenen koşullar içinde, vakıflar tarafından da yükseköğretim kurumu kurulabiliyor. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ve Vakıf Yükseköğretim Kurumları Yönetmeliği, T.C. Anayasası’nın amir hükmü çerçevesinde vakıf yükseköğretim kurumlarının kuruluş şartları ile yönetim, denetim yeterlilik gibi hususlarına dair detaylı uygulama hükümleri getirmiştir. Vakıf üniversiteleri 1980’li yıllarda T.C. Anayasası’nın ve ilgili mevzuatın amir hükümlerine uygun olarak ve toplumsal sorumluluk bilinciyle kurulmak üzere YöK’ün görüş ve onayı alınmak suretiyle kurulmaya başlandı.
TüRKİYE’YE PASTADAN KüçüK BİR PAY DüŞüYOR
Avrupa Birliği entegrasyonu başta olmak üzere hemen hemen her alanda dünya ile bütünleşme çabasındaki Türkiye, yükseköğretim alanında da önemli gelişmelere adaptasyon sürecini yaşıyor. Bugün itibarıyla bakıldığında küresel yükseköğretimde üniversiteler, ülkeleri açısından görev ve sorumluluk alanlarını kamu yararı sağlama misyonunun ötesine taşıyarak ekonomilerine katma değer üreten boyuta geçmiştir.
Bu açıdan ele alındığında yükseköğretim aynı zamanda dünyada 300 milyar dolarlık bir pazara hükmediyor ve 132 milyon üniversite öğrencisi global bazda eğitim görüyor. Küresel gelişmelere uyum aynı zamanda bilgi toplumuna transformasyon aşamasında yükseköğretimin geleneksel misyonunu yeniden yapılandırmakta bilgiyi önemli sermaye yapma boyutuyla üniversitelerin bilim üretmesi, bilginin teknolojiye dönüşmesi ve dolayısıyla insanlığın hizmetlerine sunulması yoluyla yükseköğretimdeki değişim ve dönüşüm yeniden anlam ve önem kazandı. Son yıllarda Türkiye’de de vakıf üniversitelerindeki artışın nedenlerinden biriside nitelikli insan gücüne olan ihtiyaç, yükseköğretime artan ilgi ve yükseköğretimin dünyadaki gelişime uyumun bir unsuru olarak görmek yanıltıcı olmaz.
2006 OECD eğitim verilerine göre; dünya ortalamasının % 24,2 olduğu yüksek okulda okuma oranı, Türkiye’de tüm pozitif gelişmelere rağmen hala çok düşük olup % 9,7 dir. UNESCO’nun 2007 verilerine göre ise; dünyada 132 milyon yükseköğretim öğrencisi söz konusu. Bu rakamın 2025’e doğru % 50 artacağı tahmin ediliyor. Diğer taraftan bugün global bazda 2.7 milyon yükseköğretim öğrencisi kendi ülkesi dışında bir ülkede eğitim alıyor. Bu oranın 2025’te 7 milyon öğrenciye ulaşması bekleniyor. Yükseköğretimdeki küreselleşmeye paralel olarak öğrenci mobilitesinin her geçen gün artacağı ve öğrencilerin öğrenim sürelerini bir ülkede sabit bir binada ve aynı öğretim kadrosu ve akademik alt yapı yerine çok imkanlı ve çok farklı mekanlarda, çokuluslu, çok kültürlü, çok hareketli öğretim üyesi ve esnek modül programlarla tamamlayacağı öngörülüyor.
YüKSEKöĞRETİMDE KARNEMİZ ZAYIF Kıta Avrupa’sında ücretsiz devlet üniversiteleri olmasına rağmen yabancı dil dezavantajı nedeniyle yabancı öğrenci çekmekte güçlük çekerken, son yıllarda yükseköğretimin özelleşmesi ve İngilizce eğitime geçişle yaşanan artışla birlikte Almanya ve Fransa toplam 257.000 yabancı öğrenciye ev sahipliği yapıyor. Diğer taraftan yükseköğretimde yeniden yapılanarak global bir perspektif benimseyen İrlanda, Kanada, Yenizelanda, çin, Malezya, Singapur, Dubai ve Katar gibi ülkelerde de 600.000’ e yakın yabancı öğrenci eğitim görüyor. Konuyla ilgili Türkiye’de net bir rakam olmamakla birlikte yabancı öğrenci ve akademisyen sayılarında karnemizin iyi olmadığı biliniyor. Daha da üzücü olanı, bırakınız dışarıdan öğrenci getirmeyi dışarıya da yurtdışında okuyan öğrencilerimiz nedeniyle ciddi bir milli servet akışı yaşanıyor.
Türkiye’de yükseköğretime olan talep ile arz arasında büyük bir fark bulunmakta, genç nüfus baskısı ile bu fark giderek artıyor. Türkiye’de mevcut gerek devlet gerek vakıf üniversiteleri henüz bu açığı kapatmaktan çok uzak oldukları içinde yurtdışındaki üniversitelere olan talep artmakta ve ülkemiz öğrencisi yurt dışında eğitim gören ülkeler içinde ve öğrenci sayısı itibariyle ilk sıralarda yer almaktadır. Dolayısıyla içerdeki ve dışarıdaki tüm gelişmeler gerek global gerek yerel talep ve gerçekler doğrultusunda Türkiye’deki yükseköğretim kurumlarının potansiyelinin daha da arttırılması ve bunun içinde vakıf ya da özel üniversitelere ağırlık verilmesinin önemini gösteriyor.
GLOBAL üNİVERSİTE VİZYONUNA İHTİYAç VAR Küresel dünyadaki yükseköğretim yapısı ve gelişim trendine bakıldığında özel yükseköğretim kurumlarının genel yükseköğretim içindeki payının % 50’lerden yüzde 80’lere çıktığını ve yükseköğretimin finansmanının ve hizmetinin özel kesim ağırlıklı bir gelişim içinde olduğu söylenebilir. Türk vakıf yükseköğretim kurumlarının gelişimine bakıldığında ise 1983 yılında ilk kez kurulan vakıf üniversiteleri sayısı bugün itibariyle 50’ye ulaştığı görülüyor.
Ancak ülkemizde devlet üniversiteleri dışında vakıf yükseköğretim kurumlarının üniversiteleşmeye olan katkısı düşük olup toplam öğrenci içindeki payı % 10 civarındadır. Bu durumda Türkiye’de hâlihazırda mevcut vakıf üniversitelerinin yeterli sayıda olmadığını yükseköğretimde okuyan 1,5 milyon öğrencinin ancak 100 bin’ine eğitim-öğretim imkânı sağlayabildiği, yaklaşık 90 bin öğretim üyesinden sadece 10 bin civarında kadro oluşturabildiği ve hâlihazırda Türkiye’nin yurt dışında 50 bin’in üzerinde öğrencisinin yüksek eğitim-öğretim gördüğü ve sadece 4-5 bin civarında yabancı öğrenciyi ülkemize getirebildiği gerçeğinden yola çıkarak; gerek Türk üniversitelerinin yükseköğretim alanındaki küreselleşmesinin bir parçası olabilmesi, gerek Türkiye’deki yoğun yükseköğretim talebine cevap vermede rol oynayabilmesi, gerekse yeni bir ekonomik sektör ve rekabet alanı olarak ilerlemesi, evrensel ilimin tüm alanlarına dolayısıyla insanlığa hizmet etmesi için global üniversite vizyonu ile kurulacak ve özel sektör kaynaklarıyla beslenecek daha fazla yüksek öğretim kurumunun açılması öngörülmeli. Bu itibarla, seçim sonrası yapılacak yeni anayasal düzenlemeler içinde mutlaka özel üniversitelerin önü açacak düzenleme yer almalı.
Ayrıca yeni bir üniversite paradigması ve yükselen akademik kapitalizm gerçeğini göz önüne alarak global bazda 300 milyar dolarlara ulaşan global yüksek öğretim pazarından Türkiye’nin de pay almasını sağlayacak yasal düzenlemelerle birlikte konuya ilişkin milli bir yüksek öğretim politikasının yeniden tanımlanması gerekiyor.
Global rekabet ve iç pazardaki nitelikli eğitim düzeyini artırmak için mutlaka yabancı üniversitelerin Türkiye‘ye gelip yatırım yapmalarının önündeki tüm yasal engeller kaldırılmalı. üniversitelerimizi tekelci pozisyonlarından çıkarmak suretiyle öğretim üyesi, öğrencisi ve araştırma olanakları ile yabancı üniversiteler ile rekabete açmalıyız. İşte o zaman ülkemiz de dünya sıralamasında ilk 100 veya 200’e girmeyi becerebilen üniversitelere sahip olur.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
İsim *
Email *
Bir dahaki sefere yorum yaptığımda kullanılmak üzere adımı, e-posta adresimi ve web site adresimi bu tarayıcıya kaydet.
Δ
Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.